EROL GÜNAYDIN "Türk sinemasının usta ismi aslında kim?"

Описание к видео EROL GÜNAYDIN "Türk sinemasının usta ismi aslında kim?"

60 yıllık tiyatro hayatına sonsuz bir dünya sığdıran, hep daha çok oyunda olmak isteyen, kalbinin kuzeyinde hep sevgiyi taşıyan oyuncu, Erol Günaydın’ın hayat hikayesi bu... bu yıl sevgili Erol Günaydın’ın aramızdan ayrılışının 13. yılı. Sizce de hiç gitmemiş ya da gitmeyecekmiş gibi değil mi? Sesi bunca kulağımızda dolanırken, bir klipin sahnesinden, eskimeyen eski dizilerin karakterleri arasından bize göz kırparken bu mümkün mü? Ne mutlu ona ki, hayattan beklediği mutluluğu dünya gözüyle yaşamış. Bu konuda gözü açmış tabii, hiçbir zaman tam olarak tatmin olmamış. Hep daha fazla oyunda rol almak istemiş. Onu güzel bir oyunda yer almak dışında sonsuz mutlu edecek sayılı şey varmış. Bir şeye böylesine sonsuz bağlı olabilmek ne güzel ve elbet ne zor. Bence hala vazgeçmedin aslında. Kalbin buralarda gibi. Konuşmasan da tek kelime coşuyormuş hissi veren sahnelerin gibi. Erol, 16 Nisan 1933’te, yıllar sonra masal ülkesi olarak tanımlayacağı Trabzon Akçaabat’ta dünyaya geldi. Anne ve babası onu bir masalın içinde büyütüyordu adeta. Matrak ve sezgileri güçlü anacığının üçüncü çocuğuydu. Hayal gücü sınır tanımayacaktı; tıpkı başarıları gibi. Babası Kazım Bey, Kiziroğulları lakaplı bir aileden geliyordu. Nakliye işi ile uğraşan Kazım Bey, bir gün çocuklarının eğitimini bahane ederek ailesini topladı bir kamyona ve İstanbul’a getirdi. Beşiktaş’a Aleybey Sokağına yerleştiler. Erol, 8 yaşındaydı. Burada ilkokulu birincilikle bitirmişti. Okul ve dersler işini çabuk çözmüştü. Bu süreçte onu zorlayan bir tek şey vardı: Karadeniz şivesi. Neyse ki onu da çözdü. Başarısının ardından akraba önerileriyle Galatasaray Lisesi’ne kaydı yapıldı; yatılı okuyacaktı. Bu yatılı öğrencilik süreci Erol’un hayatı öğrenmek adına attığı ilk bilinçli adım olmuştu aslında. Kendini burada keşfetti. Ömrüne bereket olacak dostlukları işte bu sıralarda kurdu. Erol, önce öğretmenlerini hicvettiği kendi hazırladığı küçük gösterilerle sınıflar arasında bir turne yaptı. Ardından da kendini okulun Tiyatro Kulübünde buldu. Erol’un annesi tüm şen şakraklığı ile oyunculuk işini onu ilk izlediğinde şöyle yorumlayacaktı: “Uşağum ben de seni bir şey yapıyorsun sanıyordum; sizin yaptuğunuz şey maymunluk da!” İzledikleri oyunda çocukken geçirdiği hastalıktan sebep yürüyemeyen oğlunun yattığı odanın duvarını maviye boyayan, o uçurtmayı da duvara çiviyle sabitlemiş, ipin ucunu da uçurması için kendine vererek baharı yaşatan bir baba vardı…
Erol, gönlüne düşen tiyatro sevdasını edebiyatla besliyordu. Geceleri Özdemir Asaf ile geziyordu. Erol’u şöyle tanımlıyordu: “Biri vardı; o ilk ağlamayı bulup herkesi güldüren, sonra bunu unutup ağlarcasına gülen”. Edip Cansever bir başka çok sevdiği dostu olmuştu. Sonra Attila İlhan vardı; Melih Cevdet Anday… Anday ile kız liselerindeki edebiyat matinelerine katılır; La Fontaine’den masallar okurdu. Can Yücel, Oğuz Aral, Necati Cumalı, Ferruh Doğan, hepsi, ama hepsi gençliğinin en güzel yanlarıydı… Sait Faik ise, onun için “Karaoğlanım” diyordu. Ve gün gelecek, Gazanfer Özcanlarla, Nejat Uygurlarla birlikte anılacak; Türkiye'nin sanat yüzü olacaklardı... Takvimler 1955’i gösteriyordu. Haldun Dormen Amerika’dan henüz dönmüş gencecik bir yönetmendi. Yolu onunla da kesişmişti; tanıştılar. Erol, ilk kez “Papaz Kaçtı” oyununda “Humprey” adlı bir rahibi canlandırmak için sahnedeydi. Küçük bir roldü bu; ama olsundu. Erol zaten ömrü boyunca iç rolde büyüklük aramadı. O, rolünü kendisi büyüttü ve kocaman göründü hep sahnede. Bu konuyla ilgili en güzel şeyi Ferhan Şensoy söylemişti belki de: "Erol abi, rolün büyüğünün küçüğünün derdinde değildir. En küçük rolü öyle bir oynar ki, kimseye bakamazsınız o sahnedeyken. O zaten hep başroldedir..." Her oyuna kendinden bir şey katmanın çabasındaydı o… Yine de ilkinin heyecanı bambaşkaydı işte. Yıllar yıllar sonra bir gün bir röportajında o günün heyecanını ve tiyatro dolu geçen yıllarını şöyle özetleyecekti: "Kadıköy Süreyya Sineması'nda ilk oyunu oynayacağız. Papaz Kaçtı diye. Orada 3. perdede küçük bir rol oynuyorum, bir papaz rolü. Heyecandan 2 perde bekledim kapının arkasında, elim zilde. Zili çalıp içeriye gireceğim. Derken, zile bastım, kapı açıldı, Haldun Dormen kolumdan içeriye çekti beni. Bir girdim, bir başladık oyuna, kahkaha, alkış, kıyamet yıkılıyor ortalık. Ben orada sessiz bir Humprey oynuyorum. Her şeyden korkan, ürken, vaaz vermeye gelen bir rahip. Durduğum yerde sağa bakıyorum alkış, sola bakıyorum alkış, yıkılıyor ortalık. Ama neyi alkışladıklarının farkında değilim. Oyun bittiğinde ter içinde kaldım. Ne olduğunu anlamadım, herkes birbirini öpüyor falan. Ben de yüzümü gözümü sildim. Beşiktaş'a evime vapurla gittim, soyundum yattım. Sabah kalktığımda 60 sene geçmişti üstünden... 60 senedir hala tiyatrodayım..."
#ErolGunaydın #yeşilçam filmleri #çiçektaksi

Комментарии

Информация по комментариям в разработке