Dün Cumhuriyetimizin 101’inci yıldönümünü yaşadık. Hepimize kutlu olsun. Bizim Cumhuriyete geçişimizin temelinde, tabii, Kurtuluş Savaşı’mız var. İşgal altında bulunan topraklarımızın büyük kısmını yeniden kazanmamız ve bunu Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerine kabul ettirmemiz var. Sadece o sonuç bile, tek başına kutlanmaya değer. Hele, Birinci Dünya Savaşı’na katılarak yenilgiye uğrayan devletlerin savaş sonrasındaki durumları hatırlanırsa, şu görülür: O savaşı kazanan devletlerin kendilerine dikte ettikleri “barış koşulları”nı, aynen kabul etmekten başka bir şey yapamamışlardır... Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprakları, galip devletlerin kararlarına uygun olarak, ya eskiden var olan ya da yeni kurulan devletler arasında paylaştırılmışlardır... Bizde ise galip devletlerin Sevr’e çağırdığı Osmanlı Devleti delegelerine, aynı muamele uygulanmak istenmişti. Delegeler, bunu kabul etmişti. Ancak bunu padişahın onaylaması gecikmişti. O antlaşma onaylansaydı Osmanlı Devleti’nin topraklarının ne hale geleceği belliydi. Osmanlı’ya bırakılacak olan topraklar Anadolu’nun ortasındaydı. Denize bağlantıları da hayli sınırlanmıştı. Ankara hükümeti, Osmanlı delegelerinin kabul ettiği o antlaşma metnini Osmanlı Devleti’nin onayından geçmesinden önce yok saymıştı. Zaferi kazandıktan sonra, Türkiye, eşit şartlarda katıldığı Lozan Antlaşması’nı yapmıştı. O antlaşmayla çözüme bağlanmamış olan sorunlarını da 1936’daki Montrö Antlaşması ve 1939’da Fransa’yla yaptığı Hatay Antlaşması’yla çözüme bağlamıştı. Yeni sınırları ve toprak bütünlüğü içinde Türkiye, Birinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının en barışçı ülkelerinden biri haline gelmiştir. Yeni iç ve dış politikasının temel ilkesi de artık şudur: “Yurtta barış, dünyada barış.” Bunun dış politika açısından anlamı bellidir: “Benim bugünkü sınırlarımın dışında, başka ülkelerin topraklarında gözüm yok. Tabii, benim topraklarımda gözü olan çıkarsa cezasını veririm. Örneği de ortadadır. Ama kendi hedefim, barış içinde kalarak yaşamaktır.” Yeni Türkiye’nin o amaca yönelik tutarlılığı, daha Kurtuluş Savaşı içindeyken başlayıp Cumhuriyetten sonra daha da yoğun olarak imzaladığı barışçı anlaşmalardan bellidir. Savaş sırasında, 1921’de Sovyet Rusya’yla yaptığı “dostluk ve kardeşlik antlaşması”, Fransa’yla imzaladığı ön barış antlaşması, bunun ilk örnekleri arasındadır. Savaştan sonrakiler ise saymakla bitmez. Değerli büyükelçilerimizden İsmail Soysal’ın o antlaşmaları, yorumlarıyla birlikte derlediği bir kitap dizisi vardır. O dizide görülür, yakın komşularımız başta olmak üzere, Çin, Japonya gibi uzak ülkelere kadar birçok ülke ile “dostluk”, “kardeşlik”, “işbirliği” gibi sıfatlar taşıyan pek çok antlaşmayı imzalayıp yürürlüğe sokmuştur Türkiye. Aralarında, önce Türkiye’yi işgale kalkıp büyük bir yenilgiye uğramış olan Yunanistan da vardır.
Ve Türkiye Cumhuriyeti, o barış döneminde gene Kurtuluş Savaşı sırasında başlattığı bir çağdaşlaşma sürecini daha yoğun şekilde sürdürmeye devam etmiştir. O sürecin başlangıç aşaması, eğitim devrimidir. Onun ilk adımı, Sakarya Savaşı hazırlıkları devam ederken Ankara’da toplanan muallimeler ve muallimler toplantısında atılmıştır. Eğitim, Kurtuluş Savaşı’mızın en yoğun günlerinde bile Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının önde gelen çağdaşlaşma alanlarından biriydi. O yoldaki çalışmalar, Tevhid-i Tedrisat (“öğretimin birleştirilmesi”) Yasası’yla ve laiklik ilkelerinin uygulamaya geçilmesiyle gelişti. Yazı devrimiyle hızlanan okuma-yazma seferberliği, köy okullarının geliştirilmesi, Köy Enstitülerinin kurulması, ortaöğretimin yeniden düzenlenmesi, üniversite reformu, aynı yönde atılan adımlardandır.
Bu köşe yazısı, yapay zeka tarafından seslendirilmiştir. https://www.cumhuriyet.com.tr/
Информация по комментариям в разработке