Söz: Şah Hatayi - Müzik: Yakup Ozan
***
Chicago'da bir devlet okulunda Şah Hatayi üzerine sohbet edip deyiş söyledikten sonra, 470 mil güneyde yer alan Nashville'e doğru yola koyulmaya karar verdik. Çünkü kış çoktan kapıyı çalmıştı ve şehir, yılın ilk karını bekliyordu. Çatıdan çatıya konup göçen bizlerin de güneye, hava koşullarının daha yumuşak olduğu bölgelere geçmemizin zamanı gelmiş de geçiyordu bile.
Yol boyunca, kızıl ve sarı yapraklarını dökmüş yarı çıplak ağaçların; üşüyen penguen sürüsü gibi birbirine sokulmuş çam ağaçlarının arasından geçtik.
Nashville'e akşam karanlığının adamakıllı bastırdığı bir saatte vardık. Hava sıcaklığı beklediğimizden daha düşüktü. Biraz hayal kırıklığı yaşamadık değil; neyse ki bizi konuk etmeyi kabul eden bir Amerikalı aile bulmuştuk. Başımızda üç gece bir çatı olacaktı. Sonrasına gelince, kim öle kim kala…
Caddelerden ve sokaklardan geçerek konaklayacağımız adrese doğru ilerlerken, şehirde hiç kimse yaşamıyormuş gibi büyük bir sessizlik vardı. Soğuk bir sis tabakası kimi tek katlı, kimi çift katlı evlerin üzerine çökmüştü. Sarı sıcak pencerelerde zaman zaman silüetlerini gördüğümüz insanlar, bizden o kadar uzaktı ki, sanki şehir bize ruhunu kapamıştı; birden derin bir yalnızlık duygusuna gömüldüm.
Konaklayacağımız çatı, şehri ikiye bölen Cumberland nehrinin hemen kuzeydoğusunda yer alan, bungalov tarzında sevimli bir evdi. Çıplak ağaçların ve sararmaya yüz tutmuş çimleri örten sonbahar yapraklarının bulunduğu bahçeyi, bel hizasında tahta bir çit çevreliyordu. Kapıda Jason ve köpeği Rembrand bizi karşıladı. Sıcak eve girer girmez derin bir nefes aldım. Sonra da küçük bir koridordan mutfak, oturma ve yemek odasının bir arada olduğu büyük bir salona geçerek Lorine ve evin beş yaşındaki kızı Lucalina ile tanıştık. Koridorun solunda, bizim için hazırlanmış odayı gösterdiler. Eşyalarımızı koymak üzere doğruca odaya geçtik.
Salona döndüğümüzde Lorine, ocakta yemek pişiriyor, Jason masada bir sandalyeye yan oturmuş, bir taraftan TV'de "The Sound of Music" filmini izliyor, diğer taraftan da bizim yanımızda oyuncaklarıyla utangaç utangaç oynayan, zaman zaman da Rembrand'a musallat olan ve fakat ilgimizi çekmek için türlü türlü tatlı hallere girmekten geri durmayan Lucalina ile vakit geçiriyordu.
Lorine aşçıydı. Bu nedenle olacak ki mutfağı, sıradan bir ev mutfağından çok daha fazlasıydı. Geniş mutfak adası ve devasa bronz ocağıyla çeşit çeşit tencere-tava takımı; bir yığın mutfak eşyası arasından geçerek sağdan bir kapıyla girilen, bir market dolusu gıda ve soğutucuların yer aldığı büyük bir kiler, ilk bakışta gözüme çarpanlardı. Ayrıca bahçede hatırı sayılır çeşitlilikte ürün yetiştirdiklerini unutmadan ekleyeyim.
Akşam yemeği hazır olduğunda, Jason ve Lorinle muhabbeti ilerletmiş, Lucalina ile senli benli olmuştuk bile. Lorine çıtır soğan ve yeşil fasulyeli ikonik bir Amerikan yemeği hazırlamıştı.
Lorine:
"Çok az yağ kullanarak taze sebzelerden yaptım." dedi.
Chloe hayranlıkla onu onayladı. Bunun üzerine, galiba her Amerikalı kadın bu konuda bu kadar özenli değil, diye düşündüm. Jason, dedelerinin on sekizinci asırda Hollanda'dan Amerika'ya göçtüğünü, son zamanlarda buna dair kanıtlar bulmak için araştırmalar yaptığını anlatıyordu. Birden düşüncelere daldım. Başımı zengin sofradan kaldırıp, bakışlarımı neredeyse yaşamın bütün nimetlerinin eksiksiz sığdığı evin duvarlarında ve mobilyalarında gezdirdim. Sonra Lorine ve Chloe'nin ilgisini sürekli üzerine çekmeyi başaran Lucalina'nın sevimliliklerine dikkat kesildim. İnsan, kuşatıldığı şeye duyarsızlaşır, diye düşünürdüm hep. Fakat bu konuda yanıldığımı görüyordum şimdi. Tavırlarında, hayatın sunduğu bolluk karşısında kimilerinde görmeye alışageldiğim küstah bir doygunluk belirtisi bulunmuyordu; bunun yerine minnettarlıkla dolu bir kanıksama ve rahatlık seziyordum yalnızca. Aç ve yol yorgunu olan en az bizler kadar onların da bu sıcak ortamdan keyif aldıklarını görmek, bana kendimi iyi hissettirmişti.
Annesi Lucalina'yı yatağına götürmeden önce, hep birlikte oyun oynadık. Lucalina'nın, toplumda daha çok erkek işi olarak bilinen mesleklerin oyuncak araç gereçleri vardı. Annesi bilinçli olarak bu oyuncakları satın almıştı. İstemeleri halinde, kızların da bu meslekleri yapabileceğine dair bir farkındalık kazandırmak istiyordu kızına. Aynı düşünceden hareketle, oyuncakların renk seçimi de gelişigüzel değildi; cinsiyetçi renkler yerine, daha çok turuncu, yeşil ve sarı gibi renkler hakimdi.
YAZININ DEVAMI YORUMDA.
Информация по комментариям в разработке