(231) Hutbe-i Şamiye (43) Sh 509 | Hakikat Çekirdekleri 2.Kısım | Vicdanın anasır-ı erbaası

Описание к видео (231) Hutbe-i Şamiye (43) Sh 509 | Hakikat Çekirdekleri 2.Kısım | Vicdanın anasır-ı erbaası

Av. Ali Kurt ile Mektubat derslerini yayınladığımız bu kanal dışında, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler Mecmuası derslerini de yeni kanalımız olan "Risale-i Nur Dersleri Ali KURT" adresine abone olarak takip edebilirsiniz.
İrademiz dışındaki YouTube reklamları nedeniyle arzu eden kardeşlerimiz Premium üyeliğine geçerek dersleri reklamsız olarak izleyebilirler.

   / @risale-inurdersleriavalikurt  

Tevhîdin burhân-ı nâtıkı olan Kur’ân’ın sînesine kulağını yapıştırsan, işiteceksin ki, kalbinde derinden derine gayet ulvî, nihâyet derece ciddî, gayet samîmî, nihâyet derece mûnis ve mukni‘ ve burhân ile mücehhez bir sadâ-yı semâvî işiteceksin ki, اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ zikrini tekrar ediyor.

Evet, şu burhân-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i‘câz, içinde nûr-u hidâyet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintâk, solunda vicdanı istişhâd, önünde hayır, hedefinde saadet-i dâreyn, nokta-i istinâdı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin?

Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havâssı olan irâde, zihin, his, latîfe-i Rabbâniye, her birinin bir gayâtü’l-gayâtı var. İrâdenin ibâdetullâhtır. Zihnin ma‘rifetullâhtır. Hissin muhabbetullâhtır. Latîfenin müşâhedetullâhtır. Takvâ denilen ibâdet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şerîat şunları hem tenmiye, hem tehzîb, hem bu gayâtü’l-gayâta sevk eder.

Eğer îcâddaki vâsıta hakîkî olsa idi ve hakîkî te’sîr verilse idi, hem bir şuûr-u küllî verilmek lâzım idi. Hem de bizzarûre eserde itkān-ı kemâl-i san‘at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdîden en âlîye, en küçükten en büyüğe itkān, derece-i kemâlde ve mâhiyetin kāmeti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakîkî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vâsıtasız, kısmen vâsıta ile, kısmen vesâit ile değildir. İnsanın ihtiyârî, eserindeki adem-i kemâl, cebrî nefiy, ihtiyârı isbat eder.

Cây-ı dikkattir ki, cüz’î bir ihtiyârın tavassutuyla, eser-i akıl bir insan şehri, intizâmca semere-i vahy bir arı kovanındaki cemâate yetişmez. Ve arıların meşher-i san‘atı bir petek hüceyrât şehri, bir nar ve cilnârdan intizâmca geridir. Demek kâinâttaki câzibe-i umûmiye hangi kalemden akmış ise, cüz’-i lâyetecezzâdaki küçücük câzibeler o kalemin noktalarıdır.

SAYFA 510
İslâmiyet der: لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ Hem vesâit ve esbâbı, müessir-i hakîkî olarak kabûl etmez. Vâsıtaya ma‘nâ-yı harfî nazarıyla bakar. Akîde-i tevhîd ve vazîfe-i teslîm ve tefvîz öyle ister. Tahrîf sebebiyle şimdiki Hristiyanlık, esbâb ve vesâiti müessir bilir. Ma‘nâ-yı ismî nazarıyla bakar. Akîde-i velediyet ve fikr-i ruhbâniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azîzlerine ma‘nâ-yı ismiyle birer menba‘-ı feyiz ve güneşin ziyâsından bir fikre göre istihâle etmiş lâmbanın nûru gibi birer ma‘den-i nûr nazarıyla bakıyorlar.

Biz ise evliyâya, ma‘nâ-yı harfiyle yani ayna, güneşin ziyâsını neşrettiği gibi birer ma‘kes-i tecellî (Hâşiye) nazarıyla bakıyoruz. Bu sırdandır ki, bizdeki sülûk, tevâzu‘dan başlar. Mahviyetten geçer. Fenâfillâh makamını görür. Gayr-i mütenâhî makamâtta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmâre kibriyle, gururuyla söner.

Hakîkî Hristiyanlık değil, belki tahrîf ve felsefe ile sarsılmış Hristiyan’da, ene, levâzımâtıyla kuvvetleşir. Ene'si kuvvetli müteşahhıs bir adam Hristiyan olsa, mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa, lâkayd olur.

Kuvveden fiile geçmek olan fa‘âliyetteki şedîd ve mütenevvi‘ lezzet, tagayyür-ü âlemin mayası ve kānûn-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, taneden sünbüle geçmek, ayn-ı lezzettir. Fa‘âliyet istihâleyi tazammun etse, lezzet tezâyüd ederek taşar. Vazîfedeki külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuûra nisbeten gayetteki kemâl ne kadar câzibedâr ise, lâ-müdrikeye nisbeten nefs-i fa‘âliyet öyle de câzibedârdır. Sa‘ye sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır.

Hırs ile acûliyet, sebeb-i haybettir. Zîrâ müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertîbe, teselsüle tatbîk-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da tertîb-i ca‘lîsi, bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, yeise düşüp, gaflet bastıktan sonra kapı açılır.

Hâşiye: Nakşibendî râbıtası, bu sırra bina edilmiştir.

SAYFA 511
Allah, kalbin bâtınını, îmân ve ma‘rifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zâhirini, sâir şeylere müheyyâ etmiştir.

Cinâyetkâr hırs, kalbi deler. Sanemleri içine idhâl eder. Allah darılır. Maksûdunun aksiyle mücâzât eder.

Hırs cihetiyle siyâset efkârını, İslâmiyet akāidinin yerlerine kadar îsâl eden herifler, şân ve şeref değil, belki şeyn ve şenâate mazhar oldular. Nefsânî aşklardaki felâketler, haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün dîvânları birer feryâd-ı mâtemdir.

Gece kalben nevmi merak edersin. Bakiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın! İki dilenci, biri musırr-ı muhteris, biri müstağniyy-i muhteriz. İkincisine vermek, daha ziyâde arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir numûnesidir.

.....

Комментарии

Информация по комментариям в разработке