(9) 4.Lem'a/2, Sh 17 | 3.Nükte | Resûl-ü Ekrem (asm) Âl-i Beyt’ine meveddeti yani muhabbeti ister.

Описание к видео (9) 4.Lem'a/2, Sh 17 | 3.Nükte | Resûl-ü Ekrem (asm) Âl-i Beyt’ine meveddeti yani muhabbeti ister.

Üçüncü Nükte: اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰي âyetinin bir kavle göre ma‘nâsı: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazîfe-i risâletin icrâsına mukābil ücret istemez. Yalnız Âl-i Beyt’e meveddeti yani muhabbeti ister. Eğer denilse: “Bu ma‘nâya göre karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fâide gözetilmiş görünüyor? Halbuki, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ sırrına binâen karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazîfe-i risâlet cereyân ediyor?”

Elcevab: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki: “Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nûrâniye hükmüne geçecek ve âlem-i İslâm’ın bütün tabakātında kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazîfesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak.” Teşehhüddeki, ümmetin “Âl” hakkındaki duâsı ki, اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰٓي اِبْرَاه۪يمَ وَعَلٰٓي اٰلِ اِبْرَاه۪يمَ اِنَّكَ حَم۪يدٌ مَج۪يدٌ dir. Bu duânın makbûl olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki, millet-i İbrâhîmiyede ekseriyet-i mutlaka ile nûrânî rehberler Hazret-i İbrâhîm’in (as) âlinden ve neslinden olan enbiyâ olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede (asm) de vezâif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesâlikinde enbiyâ-yı Benî-İsrâîl gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰي demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’ine karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakîkati te’yîd eden mükerrer rivâyetlerde ferman etmiş ki: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necât bulursunuz. Biri, Kitabullâh’dır; diğeri, Âl-i Beyt’imdir.” Çünkü, sünnet-i seniyenin menbaı ve muhâfızı ve her cihetle iltizâm etmekle mükellef olanı, Âl-i Beyt’tir. İşte bu sırra binâendir ki; Kitap ve Sünnete ittibâ‘ edilmesi, bu hakîkat-i hadîsiye ile bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazîfe-i risâletçe muradı, sünnet-i seniyedir. Sünnet-i seniyeye ittibâı terkeden, hakîkî Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e de hakîkî dost olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt’in çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gāyet kuvvetli ve kesretli bir cemâat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâm’ın terakkıyât-ı ma‘neviyesinde medâr ve merkez olabilsin.

SAYFA 18
İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafında toplamasını arzu etmiştir. Evet, Âl-i Beyt’in efrâdı ise, i‘tikād ve îmân hususunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslîm ve iltizâm ve tarafgîrlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten ve neslen ve cibilliyeten tarafdârdırlar. Cibillî tarafdârlık zayıf da olsa, şânsız da olsa, hatta haksız da olsa, bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gāyet kuvvetli, gāyet hakîkatli, gāyet şânlı, bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakîkate tarafdârlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç tarafdârlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddetli iltizâm ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle dîn-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi, kuvvetli bir burhân gibi kabûl eder. Çünkü fıtrî tarafdârdır. Başkası ise, kuvvetli bir burhândan sonra iltizâm eder. Dördüncü Nükte: Üçüncü Nükte münâsebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet Velcemâat’in medâr-ı nizâı olan, hatta akāid-i îmâniye kitaplarına ve esâsât-ı îmâniye sırasına girecek derecede büyütülmüş olan bir mes’eleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mes’ele şudur: Ehl-i Sünnet Velcemâat der ki: “Hazret-i Ali (ra) Hulefâ-yı Erbaa’nın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddîk,(ra) daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.” Şîalar derler ki: “Hak, Hazret-i Ali’nin (ra) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir. (ra)” Da‘vâlarına getirdikleri delillerin hulâsası: Derler ki: “Hazret-i Ali (ra) hakkında vârid olan ehâdîs-i nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (ra) ‘Şâh-ı Velâyet’ ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyânın ve tarîklerin mercii olması; ve ilimde ve şecâatte ve ibâdette hârikulâde sıfatları; ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyt’e karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; ‘En efdal odur, dâimâ hilâfet onun hakkı idi, ondan gasb edildi?’ ”

Elcevab: Hazret-i Ali’nin (ra) mükerreren kendi ikrârı ve yirmi seneden ziyâde o hulefâ-yı selâseye ittibâ‘ ederek, onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu da‘vâlarını cerh ediyor. Hem Hulefâ-yı Selâse’nin zaman-ı hilâfetlerinde fütûhât-ı İslâmiye ve mücâhede-i a‘dâ hâdiseleri ve Hazret-i Alinin (ra) zamanındaki vâkıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında Şîaların da‘vâlarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet Velcemâat’in da‘vâsı, haktır

Комментарии

Информация по комментариям в разработке