(85) 19.Lem'a/1, Sh 146 | İktisat Risalesi 1-3.Nükte | İktisâd ve kanâate, israf ve tebzîre dâirdir

Описание к видео (85) 19.Lem'a/1, Sh 146 | İktisat Risalesi 1-3.Nükte | İktisâd ve kanâate, israf ve tebzîre dâirdir

ONDOKUZUNCU LEM‘A

İktisâd Risâlesidir.

İktisâd ve kanâate ve israf ve tebzîre dâirdir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا Şu âyet-i kerîme, iktisâda

kat‘î emredip, israftan nehy-i sarîh sûretinde men‘ etmekle, gāyet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu mes’elede yedi nükte var.

Birinci Nükte: Hâlik-ı Rahîm, nev‘-i beşere verdiği ni‘metlerin mukābilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıddır, ni‘mete karşı hasâretli bir istihfâftır. İktisâd ise, ni‘mete karşı ticaretli bir ihtirâmdır. Evet, iktisâd hem bir şükr-ü ma‘nevî, hem ni‘metlerde rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat‘î bir sûrette sebeb-i bereket, hem bedene perhîz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem ma‘nevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem ni‘met içindeki lezzeti hissetmeye ve zâhiren lezzetsiz görünen ni‘metlerdeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İkinci Nükte: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücûdunu mükemmel bir saray sûretinde ve muntazam bir şehir misâlinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcı, a‘sâb ve damarlar telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile ve merkez-i vücûddaki mide ile bir medâr-ı muhâbereleridir. Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene ve mideye lüzûmu yoksa, “Yasaktır!” der, dışarıya atar. Bazen de bedene menfaati olmamakla beraber zararlı ve acı ise, hemen dışarıya atar. Yüzüne tükürür. İşte madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır. Mide ise cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahud o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev‘inden, ancak beş derecesi muvâfık olur, fazla olamaz. Tâ ki kapıcı gururlanıp,

Sayfa 147
baştan çıkmasın. Vazîfesini unutmasın, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para; diğer lokma, en a‘lâ baklavadan on kuruş olsa, bu iki lokma, ağıza girmeden, beden i‘tibâriyle farkları yoktur, müsâvîdirler; boğazdan geçtikten sonra da, cesed beslemesinde yine müsâvîdirler. Belki bazen kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hâtırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar ma‘nâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyâs edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz def‘a fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” dedirtir. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse, onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman doktor gelsin, harâretimi teskîn etsin, ateşimi söndürsün!” dedirmeye mecbûr edecek.

İşte iktisâd ve kanâat, hikmet-i İlâhiyeye tevfîk-i harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü‘-ü et‘ımeden gelen sun‘î bir iştihâ-yı kâzibeile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Üçüncü Nükte: Sâbık İkinci Nükte’de, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakkî etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hâtırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir. Fakat hakîkî ehl-i şükrün ve ehl-i hakîkatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Söz’deki muvâzenede beyân edildiği gibi rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. O kuvve-i zâikadaki taâmlar adedince mîzâncıklarla, ni‘met-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak ve bir şükr-ü ma‘nevî sûretinde cesede ve mideye haber vermektir. İşte bu sûrette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe ve ruha ve akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkınde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazîfe-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ‘-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû‘ olmak ve zillet ve dilenciliğe vesîle olmamak şartıyla, lezzetini ta‘kîb edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisânı, şükürde isti‘mâl etmek için lezîz taâmları tercîh edebilir.

Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A‘zam Şeyh-i Geylânî’nin terbiyesinde, nâzdâr, ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hüceyresine. Bakmış ki oğlu, bir parça kuru siyah ekmek yiyor. O riyâzetten zayıflamış. Vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Vâlidesi ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nâzdârlığından demiş: “Yâ Üstâd! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yiyorsun!” Hazret-i Şeyh tavuğa demiş: قُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِ O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını,...”

Комментарии

Информация по комментариям в разработке